1. İçeriğe git
  2. Ana menüye git
  3. DW'nin diğer sayfalarına git

46 yıl sonra bir Türk filmi Altın Ayı kazandı

21 Şubat 2010

Semih Kaplanoğlu imzalı Bal, Yusuf üçlemesinin son halkasını oluşturuyor. Bal, 19 filmle birlikte Altın Ayı için yarıştı. Filmde, bir karakovan balcısı ve oğlunun hikayesinin konu ediliyor.

https://p.dw.com/p/M3NJ
Bora Altaş kendisine hediye edilen Berlinale maskotu bebek ayıcık ile fotoğrafçıların gözdesi olduFotoğraf: AP

Dilimize yerleşmiştir, „bal, süt, yumurta“ deriz. Aynı bu sırayla. Semih Kaplanoğlu’nun Yusuf Üçlemesi“ni oluşturan üç halkanın, üç filmin adları ise „Yumurta“, „Süt“ ve „Bal“. Kaplanoğlu, bu üçleme ile otobiyografik renkler taşıyan Yusuf karakterinin, ilk filmde olgunluğunu, ikinci filmde ergenlikten yeni çıkışını, üçüncü filmde ise çocukluğunu anlatıyor. Yönetmen Kaplanoğlu şöyle konuşuyor:

Berlinale 2010 - Premiere Honey
Hasan Semih KaplanogluFotoğraf: picture alliance / dpa

“Bir karakteri yavaş yavaş soymaya çalıştım, yani 40 yaşı, 20 yaşı ve 7 yaşı. Ve bütün bu filmleri eğer fırsat olur da tersten izlerseniz, nasıl aslında kişiliğimizin ve karakterimizin oluşmakta olduğunu, hangi korkularla başederken ya da başedemezken, bize neler eklendiğini, neler çıktığını görmemiz açısından da ilginç birşey olacaktı, o yüzden pürlüğe doğru, yani insanla doğanın birarada olduğu, kavga etmedikleri, birarada yaşadıkları, insanların razı olduğu, doğa şartlarında yaşamayı kabullendikleri ve uyumla yaşadıkları bir kaybolmuş cennete doğru gitmek istedim aslında.”

Kayıp cennet

Kaplanoğlu, bu kayıp cenneti de Rize yakınlarında bulmuş. Bora Altaş’ın canlandırdığı 7 yaşındaki Yusuf, arıcılıkla uğraşan babası ve çay tarlalarında çalışan annesi ile sakin bir hayat sürmektedir. Bir derdi vardır, o da okumayı sökememek. Yönetmen, bunun otobiyografik bir hikâye olduğunu söylüyor:

“Ben de ilkokulda okuma konusunda çok zorlandım ve başaramadım. O kavanoz ve içindeki ‚okuyorum’ kurdelaları bir sene boyunca orada durdu. Kavanozda bir tane kurdela kalmıştı ve sene sonunda ben ancak herkes okuyup bitirdikten sonra, okumayı başarabildim. Büyük bir heyecanla eve koştuğumda, evde kimseyi bulmadım, kimse yoktu evde.”

Destansı görüntüler

Filmstill Bal
Fotoğraf: Internationale Filmfestspiele Berlin

„Yumurta“ ile Cannes Film Festivali'ne, „Süt“ ile Venedik Film Festivali’ne katılan Semih Kaplanoğlu, Berlinale’de gösterilen son halkada da, daha önceki iki filminde izlediği çizgiyi sürdürüyor. Montajın temposu düşük, senaryo ise az söz ile çok şey söylüyor. Filmde Yusuf’un babasını canlandıran Erdal Beşikçioğlu şöyle konuşuyor:

„Semih Bey’in dünyasının içerisinde bir durum anlatılıyordu, bir mesaj verilmiyordu. Birşey anlatılmak için uğraşılmıyordu. Yaşanan neyse o doğa karşısında, o seyirciyle beraber buluşturuluyordu. O yüzden diyalogların gereksiz olduğunu düşünüyorum, zaten Semih Bey’in fotoğraflarının hepsinde de aslında birer destan var. Onların hepsini seyirci okumalı. Seyirciye bir takım lafları söylemenin bir anlamı yok. O zaman o seyirci, tiyatroya gitsin, tiyatroda dinlesin. O durumun içinde var olmak önemli. O fotoğrafın içinde, o duygunun içinde. Bazen bunları sözlere dökmenin bir anlamı yoktur.“

Müzikten kaçan yönetmen

Yarışma filmi „Bal“ Altın Ayı’ya aday, ancak en iyi film müziği dalında ödül şansı olduğu söylenemez, zira filmde müzik yok! Yönetmen Kaplanoğlu bunu şöyle açıklıyor:

„Ben sinemada müzik kullanmıyorum, çünkü sesler ile özellikle doğal sesler ile, müziğe ihtiyaç duymadan, duyguları ortaya çıkarmanın, çok daha güçlü bir sinematografiye doğru beni disipline ettiğini düşünüyorum, çünkü müzik genellikle - her zaman değil, bazen çok doğru kullanılıyor - ama bazen de çok manipülatif bir şey. O yüzden benim için bir meydan okuma aslında müzikten kaçmak. Bu benim sinema anlayışım. Aslında kamerayı da çok yoğun olarak hareketsiz kullanmaya çalışıyorum, hareketli bir kameradan kaçıyorum.“

Bu da kısmen, Semih Kaplanoğlu’nun filminin büyüsünü açıklıyor, zira beyazperdedeki görüntüler o kadar etkileyici ve çoğu zaman o kadar durağan kompozisyonlar ki, insanın içinden filmi dondurup, o ulu ağaçların eteğinde ufacık kalan baba-oğulun, ya da sınıfta arkadaşları okumayı sökerken gözleri dalıp giden Yusuf’un bakışının olduğu kareyi alıp, duvarına asmak geliyor. Ama bazı sahneler var ki, yönetmen, tercihini sadece doğal ışıktan yana kullandığı için beyazperdede ne olup bittiğini çıkarmak biraz güç olabiliyor. Kaplanoğlu, ışığın da aynı ses gibi, kendisi için gerçekliği besleyen ve gerçeklik duygusundan koparılmaması gereken bir şey olduğunu söylüyor ve ekliyor: “Hayatta da göremediğimiz mekanlar, göremediğimiz anlar var.“

Resim sanatının etkisi

Kaplanoğlu, zamansız, bugünü işaret etmeyen, ama aynı zamanda bugünün de zeminini ortadan kaldırmayan bir estetik görüntü düzeni kurmaya çalıştığını kaydediyor ve bunda resim sanatından da etkilendiğini belirtiyor:

“Bütün filmlerimde, belli ressamlar vardır, referans aldığım, baktığım, ilgilendiğim. Bu filmde de Hollandalı Jan Vermeer beni hep esinleyen bir ressam, bu filmde de onun ışık anlayışını, mekanı kullanma biçimini ben de bu şekilde gerçekleştirmeye çalıştım. Filmin özüyle de örtüşüyordu.”

Maneviyatı olmayan sanat eksik kalıyor

“Bal”, dini öğelerin de göze çarptığı bir yapım. Yönetmen dini nasıl bir bağlamda gördüğünü şu sözlerle anlatıyor:

“Maneviyatın olmadığı bir sanatın, ben biraz eksik kaldığını düşünüyorum. Manevi bir dil üretmeye çalışıyorum bu sinemanın içerisinde. Sinemanın aslında kendi olduğu ortam da, işte karanlık ortam, perde, bende hep bir vecd duygusu, bir ilahi duygu yaratıyor. Sinemanın ilahi bir sanat özelliği taşıdığını da düşünüyorum ve ben kendimi o damar üzerinde yürütüyorum. Bunu sadece din ile değil, mitoloji ile, heterodoksi ile de bağlantılandırıyorum, yani sadece bir tek tanrılı din algısıyla değil, daha geniş bir inançlar algısıyla. Bunun için Zen Budizmine de bakıyorum, başka kaynaklara da bakıyorum ve bu alanda besliyorum kendimi ve bundan sonra da bu alanda ilerlemeyi, filmler yapmayı düşünüyorum. Zaten minimalizmin, eksiltmenin, azaltmanın ve sinematografik bütün elemanları bir ahenk içinde ele almanın yolu benim için bu şekilde gerçekleşiyor.”

Berlinale 2010 Filmstill Bal Flash-Galerie
Fotoğraf: Internationale Filmfestspiele Berlin

7 yaşındaki başarılı oyuncu

Filmin başrolündeki Bora Altaş ise gerçekten başarılı bir performans çıkarıyor. Yönetmen Bora’yı bulma hikayelerini şöyle anlatıyor:

“Yaklaşık iki ay kadar, çekimden önce, çeşitli bölgelerde birçok ilkokulda casting çalışması yaptık. Ama bir türlü içimize sinmedi, bulduğumuz çocuklar. Bir ün arabayla bir mekandan bir mekana geçerken Bora’yı gördüm, bisiklete biniyordu. Hemen indim, fotoğrafını çektim ve konuşmaya başladık. İlk konuşmaya başladığım andan itibaren, onun aradığım insan olduğunu, çocuk olduğunu anladım, çünkü o gözlerindeki ifadeye vuruldum ben. Ona çok şey borçluyum, yani bu filmin bu şekilde gerçekleşmesi onun sayesinde oldu, çünkü kendisiyle hiç ilgisi olmayan bir çocuğu canlandırdı, oyunculuk yaptı.“

Bora Altaş ise kendisine hediye edilen Berlinale maskotu bebek ayıcık ile fotoğrafçıların gözdesi olsa da, doğal olarak pek konuşkan değildi. Film çekmeyi nasıl bulduğu yönündeki soruya cevabı da haliylen pek uzun değildi:

“Çok iyiydi”

Bu iki kelime, Semih Kaplanoğlu’nun Altın Ayı kazanan filmi “Bal”ı tanımlamak için de gayet uygun.

© Deutsche Welle Türkçe

Aydın Üstünel, DW Berlin

Editör: Ayhan Şimşek